TR EN

Bu hafta MuuM kurucuları Murat Aksu ve Umut İyigün ile tasarım, mimarlık ve kent üzerine uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bize biraz kendinizden ve ofisinin kuruluş hikâyesinden bahseder misiniz?

M.A. :  Umut ile aynı lisede okuduk. Sonrasında ikimiz de İTÜ Mimarlık Bölümünü kazanınca asıl arkadaşlığımız orada başladı. Mezuniyetten sonra bir süre yurtdışında çalıştım. Umut ise burada farklı ofislerde ve bağımsız projelerde çeşitli işler yaptı. 1997 senesinin başlarında ölçek olarak büyük ve prestij açısından da önemli bir banka projesinin paydaşı olarak bir iş söz konusu oldu ve beraber yapabileceğimize inanarak o işe giriştik. Benim yurt dışından dönüşüm de bu projeyle oldu. 1998 senesinde de MuuM’u kurduk. O zamanlar, bu kadar çok sayıda ofis ve iş yoğunluğu yoktu. O dönemdeki çalışma ortamlarını kendimize çok uygun bulmadığımız ve sanırım biraz da heyecan aradığımızdan kendi ofisimizi kurmayı tercih ettik. Küçük işler de olsa istediğimiz ortamda, istediğimiz gibi çalışalım, işin her safhasında bizzat kendimiz bulunalım istedik. Başlangıçta sürecin bu kadar zorlu olacağını tahmin etmemiştik. 1998-2003 yılları arasında çok yoğun bir tempoyla çalıştık. 2003 senesinde kurumsal firmalarla tanıştık ve daha ciddi, profesyonel işler yapmaya başladık. Ölçeğimiz de aynı oranda büyüdü. Başlarda sadece iç mimari ve  dekorasyon işleri yaparken, sonrasında mimari ve kentsel ölçekte projeler de yapmaya başladık. 2013 itibariyle belirli bir ölçeğe ulaşmış, yurtdışına açılan bir ofis haline gelmiştik.

Ofis felsefeniz hakkında ne söylemek istersiniz?

U.İ.  : Tasarımlarımızı ‘yaşam odaklı çevreler’  sloganıyla yapıyoruz. Projenin ölçeği ne olursa olsun, ne yapıyor olursak olalım insan için yapıyoruz. Kamu adına, orada yaşayan bireyler adına ne tür kazanımlar sağlayabiliriz, sosyal hayatlarına ne gibi yenilikler getirebiliriz, diye düşünüyoruz. Bu bir ofis ortamı da olabilir, önünden geçilip gidilen bir bina da olabilir. İnsanlar artık bir araya geldikleri ortamlarda fikirler ürettikleri için insan odaklı tasarımların artması gerekiyor. Yaşam kalitesinin artması ve sosyal hayata dair olumlu yönde bir ilerleme olması gerekiyor ki, insanlar da verimli olsun.

Genel olarak tasarımlarınızı incelediğimizde bütünsel bir yaklaşıma sahip olduğunuzu görüyoruz…

M.A. :  Basit, sınırlandırılmış bir alanda kalmayı hiç istemedik. Biz mimarlık eğitimi aldık ancak mezun olduğumuz zamanlarda iç mimariyle tasarımından uygulamasına kadar çok iç içeydik. Bu bize müthiş bir tecrübe kazandırdı. Mimarlıkta ince yapı denilen kısmı biz birebir deneyimleyerek öğrendik. O zamanlar ülkenin şartları çok değişken olduğu için bir süre sonra ölçeğimiz mimari ölçeğe, hatta kentsel tasarıma kaydı. Geçmişte edindiğimiz detay bilgisi, küçük ölçekte çalışmış olma, malzeme vs gibi unsurların birleşimiyle bunların hepsini bir bütün olarak değerlendirme becerimiz gelişti. Tasarımlarımızı ele alırken bütün bu etmenleri birlikte düşünerek makro ölçekte uzun vadeli bakarak ancak esnekliği hiç kaybetmeyerek tasarımlar yapmaya çalıştık. Genel olarak işverenlerimiz güçlü ve ne istediğini bilen firmalar olmasına rağmen ülkenin şartları ve büyüme hızı bizim esnek tasarıma yönelmemizi, gelen değişiklikleri ve talepleri karşılayabilmemizi sağladı. Bütün bu zorluklar aslında bizim için engel gibi olmadı, bizi hep geliştirdi.  Bu yüzden de geldiğimiz noktada, mikro ölçekteki deneyimlerimizi makro ölçeğe taşıyabildiğimiz gibi makro ölçekteki deneyimlerimizi de mikro ölçeğe taşıyoruz.

Ekip yapınızdan bahseder misiniz biraz? İş bölümünü neye göre yapıyorsunuz?

M.A. :  Biz karma, çok uluslu bir yapıya sahip, orta ölçekli bir ofisiz. Yurtdışından mimarlarla da çalışıyoruz. Yaptığımız işlerin hacmi dolayısıyla belirli bir ölçeğin üstünde bir ekibimiz var. Kendi bünyemizde olmayan ancak işbirliği yaptığımız sanatçılar, sosyologlar, ekonomistler ve gayrimenkul geliştiriciler gibi pek çok alandan danışmanlarımız da var. Ofisimizde üst düzey bir teknoloji altyapısı kurduk. Ekibimiz tasarlıyor, biz de tasarımları yönetmeye çalışıyoruz. Aslında işlerimizin %90’ı bize sipariş üzerine geliyor ancak yarışmalara da katılmayı çok seviyoruz. Bizi daha zinde tuttuğunu düşünüyorum.

U.İ. :  Ekip içerisinde de kesin bir ayrımımız yok. Bütün ekip üyelerini kapasiteleri ve kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirmeye inanıyoruz. Yetiştirmek gerekiyorsa yetiştiriyoruz. Dolayısıyla konsept projeciler, uygulamacılar ve görsel sunum yapanlar gibi bir ayrımımız yok. Herkes her işi yapabilsin gibi bir düşüncemiz var. Tabii herkesin öne çıktığı konular farklı oluyor, o yönde uzmanlaşıyor. Biz de bunu destekliyoruz zaten.

Birlikte çalışan ortaklar olarak, projelere yaklaşımınızı ve tasarım sürecinizi anlatır mısınız? Nasıl bir süreç izliyorsunuz?

U.İ. :  Kendi aramızdaki iş bölümünde, her projenin bir sorumlusu oluyor. Ve diğeri de ona yorumda bulunuyor, kritik veriyor. Ortak bir tasarım süreci izliyoruz ama karar yetkisi tek kişide oluyor.

M.A. : Ofis içi iş akışlarımızın okul ortamının daha olgunlaştırılmış bir biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Mesela, Umut projeyi yöneten isim olabilir ancak ben de kritik vererek sürece destek olurum. Ekip içerisinde de aynı durum söz konusu, o projede çalışmayan arkadaşlar da eleştirir, katkıda bulunur mutlaka. Kısacası içeride bir atölye var, üretiyor, biz de o atölyenin bir parçasıyız.

Tasarımda en önemli kriterler nelerdir sizce? Projeyi şekillendirirken temel aldığınız unsurlar nelerdir?

U.İ. : İşverenin ihtiyaçlarının, çevre koşullarının, bina koşullarının neler olduğu ve insan odaklı bir yaklaşımla bütün bu unsurları aynı potada nasıl eriterek harmanlayabileceğimiz bizim temel aldığımız unsurlardır.

M.A. :  Dünyayı çok sıkı takip ettiğimiz gibi yereli de çok sıkı takip ediyoruz. Çünkü dünyada doğru olan bir şeyin burada da doğru olması söz konusu değil. Bu yüzden kendi evrensel doğrularımızı bir potada eritmeye çalışıyoruz. Bu anlamda eklektik bir yaklaşım içerisindeyiz. Kimin neyi doğruysa onu almaya çalışıyoruz. İşverenden aldığımız brief, tasarımı oluşturmada tabii ki çok önemli bir unsur, ancak bizim için diğer önemli bir unsur da orada yaşayacak olan insanlar. Tasarımımız mutlaka mutluluk verici ve esnek olmalı. Çünkü değişiklik kaçınılmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Bizim için zaman içerisinde oluşacak değişiklikleri sindirebilecek bir tasarım yapmak da önemli bir kriter.

U.İ. : Alternatif mekân üretmeyi de çok önemsiyoruz. Örneğin ofislerdeki çok küçük sosyal alanlar günümüzde artık büyüyor. Bu durumda sosyal alanları tek bir noktada yapabilirsiniz ya da insanlara bunun bir parçasını bir yerde kütüphane başka bir yerde sohbet alanı gibi farklı kurgularla sunabilirsiniz. Biz ikincisini tercih ediyoruz.

Ulusal ve uluslararası çapta projeler yapan mimarlar olarak Türkiye ile yurtdışı arasında mimari ve iç mimar yaklaşımlar açısından ne tür farklılıklar görüyorsunuz?

M.A. : Türkiye’de son 15 yılda özellikle mimarlık sektöründe iş yapma kültürü çok değişti. Öncelikle oyunun adı değişti diyebiliriz. Eskiden mimarlık, iç mimarlıktı, artık gayrimenkul oldu. Şimdi biz, gayrimenkul sektörü içerisinde bir paydaşız. Gayrimenkul, finansı da içine aldığı için bütün oyuncuların net tarifelendiği bir ortam olmak durumunda. Yurt içinde ve yurtdışında bu durumun benzeştiği birçok projeyle uğraşıyoruz. Müşterilerimizin %90’ı kurumsal şirket ve bu şirketler de ya yabancı ya da yabancı ortaklı şirketler. Dolayısıyla belki bireysel müşterilerle çalışıyor olsaydık, aradaki farklardan daha çok yakınabilirdik. Tabii ki arada çok fazla fark var; fakat Türkiye’deki mimarlık sektörü çok hızlı ilerliyor. Bu işi ciddiyetle yapan mimarlarımızın, yurtdışındaki mimarlarla eşdeğer olabildiğini görüyoruz. Burada sadece ofis sahiplerinin değil, çalışanların da evrensel düzeyde kendilerini geliştirmesi gerekiyor. Türkiye’de mimarlık sektöründeki çalışma kültürüyle ilgili olarak bu işin akademik ve pratik tarafında olanlarla bir araya gelerek bu kültürün gelişimi adına yapabileceklerimizi tartışıyoruz. Türkiye’de kalifiye mimarlar, ekipler oluşmalı ki biz global standartlar da dünyaya iş yapabilelim. İyi bir mutfağınız yoksa iyi bir yemek üretme şansınız yoktur. Bu yüzden de biz en azından kendi ofis ölçeğimizde buna çaba sarf ediyoruz. Sırf o kültürel aşılama olsun, farklı bakış açısı ve çalışma kültürü ortamı gelişsin diye yabancı mimarları ofisimize davet ediyoruz.

Kariyerini şekillendirme aşamasında olan genç mimarlara ve mimar adaylarına neler söylemek istersiniz?

U.İ. :  Çok çalışmaları gerekiyor. Başarılı olan herkes, çok çalışarak bu başarıları elde ediyor. Benim gözlemlediğim ve deneyimlediğim bu. Mimarlık eğitimi pek çok alanda çok fazla seçenek sunuyor size. Aslında insanların kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. O seçenekler içerisinde, doğru planlamayla iyi işler yaparak iyi yerlere gelmenin mümkün olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla mutlaka 5 senelik, 10 senelik kariyer planlaması yapmaları gerekiyor. Örneğin iş görüşmelerinde bizim klasik sorularımızdandır; “5 sene sonra ne yapmak istiyorsun?”.  Bazı arkadaşlar kariyer planlamasına inanmıyorum diyor, çoğu zaman görüşmemiz orada bitiyor. Bu bizim sıklıkla karşılaştığımız bir durum ve özellikle yeni nesilde bu böyle. Biraz da günümüz kültüründen kaynaklanıyor sanırım. İnsanlar ürettikleriyle değil de tükettikleriyle kendilerini konumlandırıyor. Hâlbuki sizi siz yapan ne ürettiğinizdir. Emek vermeden olmuyor. Ayrıca bugünün şartlarında kendi ofisini açmaktansa iyi bir ekibin parçası olmanın daha doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık star mimarlar değil, iyi ekipler var.

Bizimle paylaşmak üzere, seçmenizi istesek en farklı projeniz veya projeleriniz nelerdir?

U.İ. : Bizim için Osmanlı Bankası projesi bir araya gelmemizi sağlayan nasıl bir mihenk taşıysa Noterler Birliği Binası da kurumsallaşma aşamamızdaki mihenk taşlarındandır. Noterler Birliği Binası, 2003 yılında ulusal mimarlık yarışmasında birinci olmamızla başlayan bir süreçti. Sonrasında 2006 yılına kadar binanın yapılmasıyla ilgili olarak işveren tarafında bir hareketlilik olmadı. 2006’da bizi arayıp bu binayı yapmak istiyoruz dediler. Biz de tabii çok sevinerek gittik Ankara’ya. İşveren bize bir prestij yapısı yapmak istediğini söyledi. Prestij kavramı, insanların kafasında yükseklikle sağlanabilecek bir şeymiş gibi bir algıya sahip. Ancak biz yönetim kurulunu yüksek yapı yapmadan da prestij sağlanabileceğine ikna ettik. Sonuç ürün olarak,  yarışmalar tarihinde çok ideal bir süreçte ilerlemiş, ender bir proje çıktı ortaya. İşverenin en başından yapım aşamasının sonuna kadar bizi desteklediği, çok ciddi bir kontrolörlük teşkilatıyla başında olduğumuz çok doğru bir süreçti ve ortaya çıkan projede bu süreçle paralel olarak gayet iyi oldu. Noterler Birliği Binası’nda ortasında avlu olan bir kervansaray plan kurgusuyla yola çıktık. O zamanlar binanın çevresinde herhangi bir referans yoktu. Söğütözü, Ankara’da yeni gelişmekte olan bir yerdi.  Yarışmayı açan yönetim kurulu ile yapım kararı alan yönetim kurulu farklıydı. Fakat onların devamlılığı ve kararlılığı sayesinde bir sene proje, iki sene de uygulama sürecinden sonra ortaya böyle beğenilen bir yapı çıktı. Bugün işverenin yapı ve ideal süreci sayesinde bizden daha çok ödülü var :).

Lösev  Doğal Yaşam Merkezi projenizden de biraz bahseder misiniz? Tamamen kendi içinde recycle bir kurgusu var bu projenizin..

U.İ. : Lösev Doğal Yaşam Merkezi bir konsept tasarımdır. Ancak, içeriği dolayısıyla, bizim için ekibimizle beraber çok yoğun emek, fikir koyduğumuz projelerimizdendir. Tasarımın konusu güzel olunca, ortaya çok nitelikli, orijinal fikirler, tasarımlar çıkabiliyor. Biz bu projeyi bir terapi merkezi gibi ele aldık ve ‘yaşam döngüleri’ üzerine genel geçer bir kurgu oluşturduk. Sonucunda da yaşamsal döngüler üzerine kurulmuş bir masterplan çıkardık. Lösev’in ortaya koyduğu sorunlardan biri de, bulunduğumuz yaşam ortamının bizi kötü etkilemesi ve bundan arınmak gerektiğiydi. Buna hizmet eden bir yer olacaktı. Gerçekten de projenin uygulanacağı alan Anadolu’nun ortasında vaha gibi bir yerdi. Sorunsalın kendisini yaşamın döngüleri olarak algılayınca bunu her şeye uyarladık. Tasarımımız bir çiftlik olarak da işliyor. Dolayısıyla çiftlik hayatının da getirdiği bir takım döngüler var. Organik üretimin döngüsü var, binaların da döngüsü var. Örneğin mevsimsel döngülere binalar uyum sağlıyor. Bir nevi binalar da yaşıyor, dönüşüyor diyebiliriz. Açılıp kapanabilen binalarımız var. Örneğin pavyon yapıları var, kışın kapanabiliyor ancak yazın açık bir meydan haline geliyor. Bütün üretilenlerden çıkan atıklar ya işlenerek dışarıya satılıyor ya da doğal üretim sonucu ortaya çıkan atıklar, harmanlama-bekletme yöntemi ile gübreye dönüştürülüyor. Projeyi 2015 yılında WAF’a gönderdik ve finale kaldı. Sonrasında da Singapur’a giderek projemizi anlattık.

Ülkemizdeki sürdürülebilirlik anlayışı ve LEED Sertifikası’na olan rağbet ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Genelde daha projeye başlamadan bu sertifikayı almak için başvuruda bulunuyorlar ama sizin tam tersi bir projeniz var; Rönesans Mecidiyeköy Ofis projesi. Sertifika proje bittikten sonra alınmış, bununla ilgili ne söylemek istersiniz?

U.İ. :  Sertifikasyon süreci işin biraz daha pazarlama unsuru. Fakat mimarın sorumluluğu olarak baktığımızda yapıların zaten çevreye duyarlı olması gerekiyor. Tasarladığınız mekânları günümüz teknolojisini de kullanarak ‘akıllı’ tasarlıyor olmanız gerekiyor. Penceresini açıp havalandırabiliyor, içinde yaşarken doğal ışık alabiliyor olmanız gerekiyor ki orası yaşayan bir mekan olsun.

M.A. :  İşverenin süreç içerisinde böyle bir sertifika talebi yoktu. Biz binayı bitirdik birkaç ay sonra, ‘bina için LEED Sertifikası aldık’ dediler, biz de böylelikle öğrendik. Yoksa sertifikasyon için ayrı bir süreç işlemedi. LEED’e başvurup alan çok azdır. Tasarımlarımızı hep aynı ilkeler doğrultusunda yapıyoruz, dolayısıyla yaptığımız diğer yapıları da incelerseniz LEED GOLD Sertifikası’nı çok rahat alabileceklerini düşünüyorum.  Ancak burada bizim konumuz LEED Sertifikası almak değil, tüm çevreyi insani kriterlere getirmek, yerel malzeme kullanmak, doğal ışığı ve doğal havalandırmayı önemsemek. Bunları mimarların genine okulda zaten ekmiş olmaları gerekiyor.

Aslında geçmiş yapılara baktığımızda onlar zaten bu hassasiyetleri taşıyan yapılar. Sonrasında bir noktada doğaya yabancılaşmamız var ve şimdi geri dönüş yapıyoruz galiba…

U.İ. :  Kesinlikle. Doğru yönelme daha ilk çağlardan itibaren var. Bulunduğu yere göre yapının güneye mi kuzeye mi bakması gerekiyor, rüzgarı içine ne kadar almalı gibi. Baktığımızda Mardin, Hatay ve Urfa’daki yapılar bu parametreler göz önünde bulundurularak tasarlanmış. Şimdi çevre dostu, sürdürülebilir mimari yeni bir trend gibi değerlendiriliyor ancak aslında hep vardı, belki göz ardı ediliyordu. Fakat bu sertifikasyon süreçleri ve geleceğe karşı olan sorumlulukla beraber gündeme geldi. Sorumluluk sahibi bütün mimarlara baktığımızda zaten onların eserlerinde bu kaygıyı hep görüyoruz.

M.A. :  Türkiye’deki kimlik bunalımı sürecindeki kopuşla birlikte yeni binalar yaparken geçmişin bilgisini bugüne taşıyamamışız ve bunun sonucunda da şimdi pencereden baktığımızda gördüğümüz X binalar ortaya çıkmış. Halbuki, İstanbul’un iklim koşulları bellidir. Rüzgarı, meltemi vardır. Demek ki burada rüzgarı önemli bir etken olarak tasarıma dahil edeceksin. Örneğin Hatay ve Mardin’deki dar sokaklar güneşin etkisini azaltarak gölgelikler oluşturmak için bir çözüm. Bunlar aslında bizim elimizde olan veriler ancak bu verileri kaybedince niteliksiz ve kalitesiz çevreler oluşuyor. Bu durumun sadece bizde böyle ilerlediğini ve sadece bizim bazı değerlerimizi kaybettiğimizi söyleyemeyiz;  Amerika, İngiltere, Dubai’de de durum böyle. Örneğin, Dubai’de çölün ortasında cam bir bina görüyorsunuz.

 Projelerinizde genellikle geleneksel mimariden de izler var…

M.A. :  Osmanlı ya da Selçuklu tarzında bir şey üretmek yerine, o günkü önemli kavramları, şemaları, detayları bugüne modernize ederek yeniden yorumluyoruz. Bence zaten bu tür bir yaşatma daha önemli. Süleymaniye’yi, Selimiye’yi bir daha yapmanın esprisi yok. Geleneğe referans verirken, bunu bu çağın içerisindeki şartlarla yapmak lazım. Biz böyle bir tavrı önemsiyoruz. Doğal ışık, doğal aydınlatma gibi faktörler bizim için tabii ki çok önemli ancak bunların da ötesinde kendi kültürel değerlerimizi, geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe taşımak gibi bir amacımız var. Genel olarak baktığınızda RMO, Noterler Birliği, Avlu 138 gibi projelerimiz de avlu sistemi, cumbalar, çıkmalar, taşlık gibi kendi kültürel mimari mirasımızın modern yorumlarını çok rahat görebilirsiniz.

U.İ. :  Geleneksel mimariyi nasıl ele alıp yansıttığınız çok önemli. Kimisi çok sembolik olarak sadece bezeme bir motifle kimisi de daha güçlü bir tavırla avlu plan şeması, cumba gibi unsurlarla geleneğe referans verir. Ve bu detayların nereye referans verdiğini herkes değil ancak işi bilenler anlar. Bu konuya hassasiyetimizi Selim Velioğlu hocamız sayesinde edindiğimizi söyleyebiliriz.

Kent kavramı sizin için ne ifade ediyor? Kent dokusunun oluşturulması ve korunması açısından Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

U.İ. :  Şehir oluşturma işini çok becerebildiğimiz söylenemez. Bunun da günümüz koşullarında kuralların kapitalizme göre konmasından dolayı oluştuğunu düşünüyorum. Kent yapmak, bir kültür işi ve bizim o kültürümüzü kaybetmiş olduğumuzu gözlemliyorum. İçinde bulunduğumuz kentlerin problemi mimarlık problemi değil, esasen bir kültür problemi ve bu da eninde sonunda eğitim problemine dayanıyor. Onu da değiştirmek maalesef çok kolay değil. Ve bu problem sadece Türkiye’de değil bütün dünyada yaşanıyor. İstanbul’da kenti yenilemeyi çok büyük bir problem olarak görüyoruz ancak Londra’da, Paris’te de bu problem yaşanıyor. Tüm dünyadaki metropol kentlerin genel geçer sorunu bu. Elinde parasal bir güç olan, kuralları ve şehir üzerinde söz sahibi olarak şehri değiştirebiliyor. Mimarın elbette ki söz hakkı var, ancak; anahtar mimarda değil. Maalesef, kapitalizmin getirdiği bir problem bu.

*Röportaj Linki: İç Mimarlık Dergisi Web Yayıncılığı

02 MuuM_Turkiye Noterler Birligi (3)

09 MuuM_Losev Dogal Yasam Merkezi (1)